Saime yüzünde kıpırdayan gün ışığıyla gözlerini açtı. Perdeyi bilerek örtmez. Çocukluğunda, perdesini annesinin açtığı zamanlar gibi, güneş kestane yaprakları arasından süzülsün, odasında dans etsin ister. Uykulu gözleri konsolun üzerinde dolaştı. Kat kat yağlıboyadan adeta şekli değişmiş, sanırsın plastik. Ona annesinden, annesine annesinden kalan konsol. Yoksa daha mı eski. Büyük büyük ninenin çeyizi ne çok anlatılırdı, ondan mı kalmıştı. Hani konakları varmış. Dokuz odalı. Otuz dokuz. Hatırlayamadı. Tekrar uyumak istedi. Sokakta koşuşturma başlayana, güneş iyice yükselip ağacın gölgesini üstünden çekene kadar uyumak. Başucunda duran porselen saate baktı. Kırmızı kiremit çatılı ev, çatının altı saat. Bir yanda genç adam, elinde keman, öbür yanda genç kadın, sepet dolusu çiçek taşıyor. Önlerinde çocuklar, kimi sarışın kimi kumral. Çatıda iki melek, biri bacadan aşağıya biri gökyüzüne bakar. Çiçekler, yapraklar. Nasıl da özene bezene işlenmiş. Bozuk. Tamir ettirmek istedi, kim dediyse o zamanlar, abla antika bu, alır üstüne konarlar, bırak böyle kalsın, biblo gibi. Tamir ettirmedi. Kırk iki yıldır aynı saati gösterir. Elini uzatıp evin önündeki çocuklara dokunmak istedi, kolu sızladı, yapamadı. Uzun süredir sol yanına yatamaz olmuştu, hep aynı şekilde uyumaktan, kolu bacağı uyuşmuş oluyordu sabahları.
Kapıda dönen anahtar sesiyle irkildi. “Kim o?”
Devamını oku “Boş Yoğurt Kapları”